Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencilerinin kurduğu “Kadesh Agenda” dergisinin yazarı olan, ODTÜ öğrencileri ile bir araya geldi. Öğrenciler ile kahvaltı sofrasında buluşan CHP lideri Kılıçdaroğlu daha sonra, gündeme ilişkin sorulara yanıt verdi.

Öğrenci; Merhabalar Kemal Bey.

Kemal KILIÇDAROĞLU- Merhabalar.

Öğrenci- Öncelikle bugün bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Bizler bugün gençliğin gündemindeki bazı konularda derlemeler yaparak size birkaç soru hazırladık. Vaktimiz elverdiğince de sizlere bunları aktarmaya çalışacağız. Ben önce yorumunuza açık olan bir soruyla başlamak istiyorum. İsmim Sinem, ODTÜ Siyaset Bilimleri ve Kamu Yönetimi bölümü öğrencisiyim. Son zamanlardaki söylemlerinizle başlamak istiyorum ben. Gençliğin aktif siyasete katılımını destekleyici söylemlerde bulunuyorsunuz. Bizde takip ediyoruz sıklıkla. Fakat son genel seçimlerde CHP’nin bu noktada çok da başarılı bir tablo çizemediğini gördük ve yalnızca iki tane genç milletvekilinin koltuk sahibi olduğunu ve hatta birinin millet ittifakı adına CHP saflarında mecliste yer aldığını görüyoruz. Bugün ise son tüzük değişikliklerinde yüzde 20 gençlik kotasıyla birlikte bazı yeniliklerle karşı karşıyayız. Tüm bu reformların kaybedilmiş oylara karşı bir reaksiyon olarak mı, yoksa kuşak çatışmasının siyasileşmesinin bir ürünü olarak mı yorumlamalıyız? Ek olarak CHP’nin içerisindeki muhafazakar yapının değiştirilmesi yönündeki girişimlerinizi bu kapsamda nasıl değerlendirmeliyiz?


Kemal KILIÇDAROĞLU- İyi ki tek soruydu. Birincisi şu, muhafazakar yapı yani CHP içinde değişime karşı çıkan bir yapı var mı? Belki böyle bir söylem belli bir zaman dilimi için doğru olabilirdi ama bugün sözkonusu değil. Gerçekten de dünyadaki değişime, Türkiye’deki değişime paralel olarak CHP’de değişime ayak uydurmaya çalışıyor. Doğru bazı eleştiriler alıyoruz ki bizim görevimiz alınan her eleştiriyi değerlendirmek ve ondan bir ders çıkarmak. Yoksa kişi eleştirdi diye kalkıp onu eleştirmek veya sen yanlış söylüyorsun demek gibi bir düşüncemiz sözkonusu değil.


İkincisi, Türkiye nüfusu genç. 2035’ten sonra Türkiye yaşlanmaya başlayacak. Dolayısıyla 2035’e kadar Türkiye’nin çok ciddi bir atılım yapması lazım her alanda. İnsan gücü, genç, enerji dolu olan bir emeğin mutlaka üretime dönüştürülmesi gerekiyor önümüzdeki yıllarda. Bunun içinde tabi gençliğin siyasete girmesi lazım. Bu benim en büyük arzum. Gençler siyasete nasıl girecek? Tabi gelip bir, siyasete ilgi gösterecekler. İki, hangi partiye kendilerini yakın hissediyorlarsa o partide görev alacaklar. Üç, milletvekili olacaklar. Bu mücadelelerini yapacaklar. O zaman parlamentoda daha fazla genç sayısı olabilir. Gençliği şöyle düşünmüyorum. Yani biz gençler için kontenjan ayırdık doğru. Ayrıca bizim yüzde 33 cinsiyet kotamız var. Bunlar bizim Parti Meclisinde, MYK’da geçerli yani düşük oy alsa dahi düşükler içinde en yüksek oyu alan Parti Meclisine seçilebiliyor. Gençlik kotasından veya cinsiyet kotasından seçilebiliyor. Asıl olan şu, gençler inandıkları bir partiye çok sayıda üye olur ve üye olduktan sonrada önseçim isterlerse gençler önseçimden kendi adaylarını belirlerler. Cinsiyet kotasında kadın veya erkek kimi istiyorlarsa onu siyasetin üst tabakalarına taşıyabilirler.

Buna biraz zorluyorum gençleri. Artı şöyle bir avantajı daha var gençlerin. Eğer yanlış hatırlamıyorsam önümüzdeki seçimlerde 6 milyon 300 bin genç ilk kez sandığa gidecek. Müthiş bir oran bu. Yani demokrasiyi isteyen, Türkiye’nin büyümesini isteyen, siyasetin etik değerler üzerinde büyümesini, gelişmesini isteyen, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu karabasan tablodan çıkmasını isteyen gençler için olağanüstü bir fırsat. Dolayısıyla önümüzdeki seçimlerde 6 milyon 300 bin genç sandığa gidip nasıl bir Türkiye istediğini göstermeli aslında. Tabi nasıl bir Türkiye istediğini kim üzerinden gösterecek? Seçime giren siyasi partiler üzerinden. Yüzde 100 hepsini ya da yüzde 100 beğendiği bir parti olmayabilir ama kendi beklentilerine en uygun partiye gidip oyunu verebilmeli ve bir dönüşümün altına güçlü bir imza atmalı. Ben inanıyorum gençler yapacak bunu.


Öğrenci- Kemal Bey, tekrardan teşekkür ediyoruz öncelikle bizi burada ağırladığınız için. Şimdi gençlerden bahsetmeye devam edeceğim. Daha önce katıldığınız programlarda…


Kemal KILIÇDAROĞLU- Siz hangi bölümden?


Öğrenci- Ben siyaset bilimi okuyorum.


Kemal KILIÇDAROĞLU- Siyaset bilimi güzel.


Öğrenci- Daha önceki katıldığınız programlarda ve açıklamalarınızda üniversitelerin uluslararası boyutta Türkiye’yi temsil etmekte önemli bir yer kapladığından bahsetmiştiniz. Aynı zamanda bilimin bağımsız bir şekilde ilerlemesinin yine ülkeye ciddi şekilde katkılar sağladığından bahsettiniz. Bende bu noktada günümüzde üniversitelere karşı gündemden düşmeyen bir müdahale, dış atamalar ve öğrencilere karşı şiddetli baskılarla karşı karşıyayız. Her gün bunları da haberlerden takip ediyoruz. Üniversitelerin özerkliklerinin en önemli kısıtlayışından biri olan Yüksek Öğretim Kurumu konusunda 2018’de bir açıklama yapmıştınız kaldırılmasını desteklediğinize dair. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Hala aynı düşüncenizi savunuyor musunuz ve de iktidar olma durumunuzda da Yüksek Öğretim Kurumunu kaldırmayı düşünüyor musunuz?


Kemal KILIÇDAROĞLU- Güzel bir soru. Önce şu, eğer biz bu ülkeye gerçek anlamda demokrasiyi getirmek istiyorsak, eğer bu ülkede insanlar düşüncelerini özgürce ifade etmek istiyor ve siyaset kurumu da buna evet diyorsa yapacağımız ilk şey Türk hukuk sistemini, darbe hukukundan arındırmak. Yani 12 Mart dönemi olabilir, 12 Eylül dönemi olabilir, 20 Temmuz’dan sonraki dönem olur yani OHAL dönemlerinde olağanüstü hal dönemlerinde çıkan ve toplumu bir cendereye sokan hukuk kurallarından hukuk sistemini arındırmak lazım. YÖK ne zaman geldi? 12 Eylül askeri dönemde geldi üniversiteleri terbiye etmek üzere geldi. Üniversitelerde bir şey olursa YÖK devreye girecek asacağım, keseceğim diyecek ve üniversiteleri kendine göre belli bir kalıbın içine sokacak. Şimdi eğer biz gerçek anlamda demokrasi istiyorsak üniversiteler üzerindeki baskıyı kaldırmamız gerekiyor. Benim şahsi görüşüm şöyle, partimin de görüşü böyle. Üniversiteler bilim yuvaları, üniversitelerde düşünceye sınırlama getirilmez. Üniversitelerde her türlü düşünce beğenelim veya beğenmeyelim özgürce tartışılabilmeli, böyle bir özgürlük ortamı olmalı, en aykırı düşünceler bile rahatlıkla dile getirilmeli. Kimse en aykırı düşünce dile getirildi diye üniversiteden atılmamalı, gözaltına alınmamalı, hapse atılmamalı.

Çünkü düşünceden korkan bir siyaset kurumu kendi ülkesine bir yarar getiremez. Ancak düşünce çeşitliliğini ve düşüncenin fazlalığı ve o düşünce bahçesinden bir şeyler devşiren siyaset kurumu ülkesine bir artı kazandırabilir. Böyle düşünüyorum. YÖK’ün kaldırılması lazım. YÖK kaldırıldıktan sonra her şey düzeliyor mu? Hayır. Üniversitelerin yeniden her üniversitenin kendi kültürünü oluşturabileceği bir atmosferin yaratılması lazım. Diyelim ki ODTÜ bizim köklü üniversitelerimizden birisi, gelenekleri olan üniversitelerden birisi. Şimdi siz üniversiteyi üniversite yapan sadece adına Ortadoğu Teknik veya İstanbul Teknik veya Boğaziçi veya Karadeniz Teknik demekle olmuyor üniversite yani. Üniversite bir akademik kadrosu var, öğrencileri var, kampüsü var, ayrı bir atmosferi var, orada çalışanları var. Dolayısıyla üniversite ayrı bir dünya ve dünyayı geliştirmek üzere kurulan kurumlar bunlar zaten aslında. Böyle bakmak lazım. Üniversite kendi rektörünü kendisi seçebilmeli, öğrencilerin üniversite yönetiminde söz sahibi olmaları lazım, öğrenci temsilcilerinin yönetimde söz sahibi olması lazım ve üniversiteler kendi kültürlerini oluşturdukları zamanda siyaset kurumunun müdahale edemediği bir atmosfer çıkar ortaya. Der ki, bizim üniversitenin kültürü bu, biz rektörümüzü böyle seçiyoruz, şöyle şöyle kurallarımız var ve bu kurallar 100 yıldır, 50 yıldır, 60 yıldır, 10 yıldır devam ediyor ve biz bu kurallarımızı sürdüreceğiz diye. Bu kurallar oluştuktan sonra da zaten siyaset kurumu doğal olarak oradan çekilmiş olur.

Üniversiteler üzerine baskılar hep askeri dönemlerde olmuştur bugünde var üniversiteler üzerinde ciddi baskı var. En tipik örneği Boğaziçi Üniversitesi. Oraya rektör olarak atanan bir kişinin hala rektör olarak görevini yapmış olması ve öyle ki, nasıl olsa işte 100 gün sonra hocalar artık bana sırtını dönmezler bunlar vazgeçerler biz beraber yolumuza devam ederiz diye bir düşünce en azından akademik atmosferle bağdaşmaz yani bu düşünceden aslında Türkiye’nin kurtulması lazım. Bir kişi itiraz ediyorsa bir gerekçesi vardır itiraz edenin yani dolayısıyla onun dinlenmesi lazım. Umarım düzelir yani çok karamsar değilim. YÖK kalkacak. Tabi bu şu anlamada gelmesin onu da söyleyeyim. Üniversitelerin kendi aralarında da diyalog kurabilecekleri bir ortam olması lazım. Çünkü üniversitelerinde kendi aralarında iletişim kurmaları gerekiyor. Bu üniversiteler arası kurul olabilir, başka bir şey olabilir. Bunun da kurallarını siyaset kurumu değil akademik dünyanın belirlemesi lazım. Biz böyle bir araya belli zaman dilimleri içinde gelelim oturalım, konuşalım, üniversitelerin sorunları olabilir, siyasi otoriteye nasıl yansıtabiliriz bütün bunlar oturulup tartışılabilir.

Öğrenci- Kemal Bey teşekkür ederiz tekrardan. İsmim Nevzat Taha, bende ODTÜ Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi öğrencisiyim. Bildiğimiz üzere geleneksel medyada çok fazla da gözükmeyen, aynı zamanda sosyal medyada sesleri zaman zaman duyurulmaya çalışılsa da çok fazla başarılı olmayan, mecliste bir avuç insanın kısmen söylemler içerisinde bulunduğu bir konuya değinmek istiyorum bu da askeri öğrenciler konusu. Bildiğimiz üzere aslında uzun bir süredir hukuksuz bir şekilde askeri öğrenciler yargılanıyorlar. Birleşmiş Milletler Avrupa Konseyinin emsal kararı olmasına rağmen Yargıtay hatta son zamanlarda kararı bozmasına rağmen halen tutuklu bir şekilde yargılanıyorlar. Aynı zamanda son zamanlarda görülen TRT davasında da tutukluluklarının devamı kararı verildi. Diğer bir yandan sadece bu davalar özelinde değil düzenli olarak da askeri öğrencilere karşı yapılan bir operasyon var. Daha yakın bir süreçte iki gün önce 140’a yakın askeri öğrenci gözaltına alındı. Ve bu süreçte askeri öğrencilere karşı uygulanan mobing ve şiddet gibi konularda gündeme gelmekte düzenli olarak. Aynı şekilde benzer olarak yakın bir süreçte öğrenciler bağlamında Boğaziçi olayları oldu. Boğaziçi olaylarında da öğrenciler olarak Cumhuriyet Halk Partisi olarak siz desteklerinizi sundunuz. Bunun için hem şahsım adına hem diğer arkadaşlarımın adına ayrıca teşekkür ederim. Gözaltına alındıklarında adliyede avukatlar bile geldiler, görüştüler destek çıktılar. Sorum şu şekilde olacak, bundan sonraki süreçte ve iktidar olduğunuz zaman askeri öğrencilere bir destek politikanız, çalışmanız var mı, olacak mı?


Kemal KILIÇDAROĞLU- Şöyle ifade edeyim, adalet kavramı aslında çok soylu bir kavram. İnsanoğlu varlığından beri adalet için mücadele etmiştir. Dolayısıyla adaletin olduğu yerde en azından insanlar özgürlüklerini rahatlıkla yaşayabilirler, düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilirler, haksızlığa karşı ortak tepki verebilirler. O nedenle adaleti hepimiz yaşatmak zorundayız.


Şimdi askeri öğrencilerin durumu gerçekten son derece dramatik. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra askeri öğrenciler daha doğrusu o gece galiba yanlış hatırlamıyorsam öğrencileri kışladan alıyorlar işte komutanları talimat veriyor, otobüslere bindiriliyor, getiriliyor, sonra bunlardan bir kısmı veya tamamı tutuklanıyor, gözaltına alınıyor ve hala hapisteler. Bazı askeri öğrenciler beraat etti, bazı yerlerdekiler beraat etti. Ama bunlar uzun süredir hapisteler. Asla doğru bulmuyorum yanlış bu. Çünkü askerlik yapan birisi şunu çok iyi bilir bende askerlik yaptım. Sizin yaşınız, aldığınız eğitimin hiçbir önemi yok. Askerlikte temel kuraldır komutan emir verir ve siz o emre uymak zorundasınız. Yerde sürünün der hepimiz elimizde silahlarla yerde sürünürdük. Kalkın der kalkarız, esas duruş esas duruş, selam dur selam dur, koş koş, yürü yürü, işte marş söyle marş söylerdik. Dolayısıyla askerliğin kendine özgü kuralları var. Bu sadece bize ait değil tabi dünyadaki bütün kurallar, askerlerle ilgili kuralların üç aşağı beş yukarı aynıdır zaten. Askeri öğrenciyi çıkarıyorsunuz, ondan sonra bu askeri öğrenciler gözaltına alınıyor, hapse atılıyor, uzun süredir tutuklu ve hapisteler. Bunların komutanlarını sen hapse atacaksın, talimatı vereni hapse atacaksın öğrenciden ne istiyorsun sen. Bu öğrencilerin anneleri, babalarıyla da görüşüyoruz biz. Zaman zaman milletvekili arkadaşlarımı bu öğrencilere gönderiyorum, morallerini bozmamalarını istiyorum. Hani Türkiye bir süreçten geçiyor bu süreçten geçerken haksızlıklar var ve insanlar bu haksızlığa tahammül edemiyorlar doğru ama genç arkadaşlar bunlar, mücadele azmiyle dolu arkadaşlar bunlar, bu arkadaşları hapisten çıkarmak lazım.


Bakın bir örnek vereyim, 27 Mayıs askeri darbesinden sonra o dönemde de harp okulu öğrencileri başlarında bir komutan harp okulu öğrencilerini darbe yapmak üzere tahrik etti, yürüyüşler falan oldu. Hepsi harp okulundan atıldı, hapse atıldı ama bunların hepsine üniversiteye girme şansı verildi. Bunların içinden daha sonra müsteşar çıktı, genel müdür çıktı, genel müdür yardımcıları çıktı siyasetçiler çıktı. Yani siyaseti kin ve intikam üzerine kuramazsınız. Efendim sen şunu yaptın ömür boyu ben sana bu cezayı vereceğim. Yani siyaseti siz intikam almak üzerine yaparsanız zaten adalet sizin aklınızdan uçar gider. Çünkü siz farklı bir kulvara kendinizi atmış olursunuz. O açıdan diyorum yani siyasette intikam, kin, öfke, ben seni öldüreceğim, seni yok edeceğim diye bir düşünce olmaz.
Askeri öğrencilerle ilgili bir anımda var onu da ifade edeyim. Adalet Yürüyüşü başladığı zaman Kızılay’dan başlamıştık. Baktım yanımda sakallı elinde bayrak, önünde bir iki fotoğraf olan bir kişi de yürüyor. Geldi yanıma bende yürümek istiyorum. Ankara’dan İstanbul’a böyle yürüyemezsin bu bayrak ağır taşıyamazsın falan yürüyeceğim. Meğer çocuğu askeri öğrenci ve hapiste Veysel amcam. Veysel amcayla hala görüşürüm. En son yanlış hatırlamıyorsam Trakya’dan dönerken Veysel amcanın evine uğramıştım. Şimdi bu kişinin oğlu yıllardır hapiste, baba çıkmasını bekliyor, anne çıkmasını bekliyor, kardeşleri çıkmasını bekliyor ama çıkarmıyorlar. Türkiye’de adalet siyasileştiği için dolayısıyla haksızlar. Yani adalet kurumu adaletsizlik yaratıyor. Türkiye’nin bir başka gerçeği de bu. Ama tabi sonuçta insanoğlu bir bedel ödüyor. Ödenen bedel adaletle ilgili bir bedel. Bundan hepimizin ders çıkarması lazım. O öğrenciler ben inanıyorum bir süre sonra serbest kalacaklar zaten. Yani bu kadarda olmaz. Serbest kalacaklar bekliyoruz yani, takip ediyoruz.


Öğrenci- Merhaba, öncelikle teşekkürler sorularımıza bu kadar içtenlikle ve dürüstçe yanıt verdiğiniz için Kemal Bey. İsmim Ekin, bende ODTÜ’de siyaset bilimi okuyorum. Benim sorum İstanbul Sözleşmesine dair. 1 Temmuz’da hepimizin bildiği gibi geri çekildi İstanbul Sözleşmesinden Türkiye. İstanbul Sözleşmesi tartışmaları bir yıldan uzun süredir aslında devam etmekteydi bu sosyal medyada İstanbul Sözleşmesi yaşatır kampanyaları da sürüyordu. CHP’nin de yanlış hatırlamıyorsam Mart ayında Danıştay’a bir iptal davası için başvurusu oldu ve bu dava maalesef olumsuz sonuçlandı ve 1 Temmuz’da da sonucu alındı. Benim sorum aslında iki tane. Birincisi CHP’nin öncelikle kadın politikalarına karşı duruşu ve neden o bir yılda öncelik verilmediği aslında yani İstanbul Sözleşmesinden geri çekilmeye kadar giden süreçte CHP’nin duruşuna dair genel bir yorumunuzu almak istiyorum. İkincisi olarak da CHP’nin yaşam hak isimli bir projesi var bu Mayıs ve Haziran ayında yanlış hatırlamıyorsam devam eden. İktidara geldiğinizde bu yaşam hak projesi ve kadına yönelik şiddet ve kadının toplumdaki konumuyla alakalı ne gibi projeleriniz var? Gündeminizde ne derece önem arz ediyor ve ne derece öncelikli davranmak istiyorsunuz?


Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi İstanbul Sözleşmesi aslında çok önemli bir sözleşme. Kadının hem haklarını koruyan, hem kadının şiddete uğramamasının hukuksal altyapısını uluslararası bazda oluşturan bir sözleşme. Sözleşmenin adının İstanbul olması da ayrıca bizim için memnuniyet verici. Yani bütün dünyada İstanbul Sözleşmesi deyince akla kadına yönelik şiddeti engelleyen bir sözleşme olarak gündeme geliyor. Bu sözleşme parlamentodan oybirliğiyle geçti. Bütün siyasi partiler çıktılar konuştular, Türkiye’de kadına yönelik şiddet asla olmayacak bundan sonra engellenecek. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada İstanbul Sözleşmesiyle biz çok önemli bir gelişmenin altına hep beraber imza attık. Her çıkan kişi parlamentoya teşekkür etti, milletvekillerine teşekkür etti. Yayınlandı resmi gazetede. Arkasından Erdoğan ne olduysa bir gece yarısı bir kararnameyle İstanbul Sözleşmesini iptal ettiğini, yürürlükten kaldırdığını ifade etti. Böyle bir karar yayınlandı resmi gazetede.
Şimdi birincisi şu, 600 milletvekilinin onay verdiği ve yasalaştırdığı bir kanunu bir kişinin iradesiyle siz yürürlükten kaldıramazsınız. Böyle bir şey olmaz. O zaman meclisi kapatın, bu meclis ne işe yarıyor? Buna yönelik dava açıldı ama bu dava maalesef Danıştay’da reddedildi. CHP’nin tutumuna gelince, şimdi benim bildiğim 306 kadın örtüğü var Türkiye genelinde. 306 kadın örgütüyle biz görüştük. Olayı bir AK Parti, CHP çatışmasından uzak kadın hareketinin öne çıkmasını ve İstanbul Sözleşmesini savunmasını istedik. O nedenle biz CHP olarak biraz geride durmayı tercih ettik ama kadınların isteği üzerine. Yani bu bizim mücadelemiz, bu bir parti mücadelesi değil.

Çünkü AK Partili kadınlarda, MHP’li kadınlarda, İYİ Partili kadınlarda, HDP’li kadınlarda hatta parlamentoda olmayan siyasi partilerde görev alan ya da çalışan kadınlarda bu bizim hakkımız diyorlar. Muhafazakar kadın dernekleri var onlarda aynı şeyi söylüyorlar. Bu bizim hakkımız. Dolayısıyla olayı bir iki parti arasındaki kavganın çok daha ötesine taşımamız lazım, bir hakkıdır bu ve kadınların kendi haklarını savunmaları lazım. Onların talebi üzerine biz biraz geride durduk. Arkadaşlarıma söyledim siz biraz geride durun. Kadın milletvekili arkadaşlarımıza siz geride durun. Kadınlar eylem yapabilirler, sokağa çıkabilirler, gösteri yapabilirler ama bizim kadın milletvekili ve erkek milletvekilleri orada olsun çatışma olursa araya girsinler. Polislerle kadınları karşı karşıya getirmezse, çatışma olmazsa da zaten bir köşede beklesinler. Bu hareketin şöyle bir artısı var. Kadının İstanbul Sözleşmesine karşı verdiği mücadele daha görünür oldu. Bir parti olayı değil bir kitle olayı, kadınların kendi talepleridir diye. Kırsaldaki kadında, kentteki kadında, varoşlardaki kadında elbette şiddet var gazetelerin üçüncü sayfalarında bunu hemen hemen her gün bir şekliyle görüyoruz, okuyoruz, televizyonlarda, haberlerde yer alıyor. Üzülüyoruz tabi. Keşke bu olmasaydı. Ama ben inanıyorum söyledim, taahhütte ettim yani eğer gerçekten 6 milyon 300 bin gencin oyuyla iktidar yolu açılırsa ilk bir hafta içinde İstanbul Sözleşmesini yine aynı şekilde bir kararnameyle yürürlüğe koyacağız. Eğer bir kararnameyle kalkıyorsa bir kararnameyle de yürürlüğe girebilir.


Ben şöyle, Danıştay’ın verdiği kararında hukuksuz bir karar olduğuna inanıyorum. Parlamentonun iradesi bir kişi tarafından gasp edilmiştir, gasp eden iradeye veyaset altındaki bir yargı evet demiştir. Dolayısıyla adalet yoktur burada, adalet tecelli etmemiştir. Ama kadınlar bu mücadelelerini sürdüreceklerdir. Çünkü verilen bir hakkın alınması sözkonusu olmaz, olmamalıdır da. Mücadele. Ayrıca şunu da ifade edeyim yani kadın tabi hareketi olarak görüyoruz ama aslında bu bir insanlık hareketi yani kadınların ve erkeklerin birlikte mücadele etmeleri gereken bir alan öyle görüyorum.


Öğrenci- Kemal Bey, ben Mustafa Ali. Ben farklı olarak İstanbul Üniversitesinde okuyorum. Yine Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi Bölümünde. Size hazırladığım soru farklıydı fakat şuanda konunun geldiği yer bakımından doğaçlama bir soru sormak istiyorum ben size. Kadına yönelik şiddeti besleyen Türkiye’de en önemli nokta, en önemli norm işte ataerkil zihniyet ve Türkiye’de de, dünyada da ataerkil zihniyetin sonuçlarını biz çok net bir şekilde görüyoruz, yaşıyoruz. Bu ataerkilliği besleyende bazı şeyler var işte toplumsal normlar var, gelenekler, görenekler, bazı oturmuş şeyler var. Bunlardan biriside zorunlu askerlik mevzusu. Az önce siz askerlikte yapılan şeylerden bahsederken yere yat deniliyor yatılıyor emir komuta zinciri, sorgulamama, itaat kültürü vs. ataerkillik. Şunu sormak istiyorum ben size. Türkiye’de bir vicdani ret hareketi var çok fazla seslerini duyuramasalar da özellikle gençlerde yani bizim yaşımızdaki gençlerde ve bu bir vicdani ret hareketine katılan kadınlarda var. Zorunlu askerlik hakları olmasa bile zorunlu askerliğin getirdiği ataerkillikten işte eşlerini kaybeden ya da o ataerkil zihniyetin sonucundan zarar gören, bu şiddeti besleyen etkenlerden zarar gören kadınlarda var. Siz bu konuda bir adım atmayı düşünüyor musunuz? Eğer iktidara geldiğinizde mesela vicdani ret hakkını tanımayı ya da zorunlu askerlikle ilgili bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz bunu sormak istedim ben size.

Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi şunu kabul etmemiz lazım. Ordusu olmayan dünyada hiçbir ülke yok. En küçüğünden en büyüğüne kadar her ülkenin bir ordusu var zaten. Ordu ne demektir? Ordu hani vatan savunması, bir yerden tehlike gelirse, düşman gelirse kendi ülkesini, vatanını korumak için. Koruyan unsurlar kim? Ağırlıklı olarak erkekler. Orduların kendi kuralları var. Bu kurallarda aslında ülkeden ülkeye değişmez. Bu kurallarda aşağı yukarı bütün ülkelerde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Emir komuta zinciri vardır komutana itiraz edilmez. Sivil hayatla askeri hayat arasında çok büyük farklılıklar vardır. Askerlerde askeri dünyada siyah ve beyaz renk vardır gri renk yoktur. Yani bir insan ya dosttur ya düşmandır. Askerliğin kuralıda budur. Ama sivil hayatta öyle değil siyah ve beyaz renk alanların çok dar, gri alan çok daha fazladır.


Şimdi biz vicdani ret olayı son yıllarda ağırlıklı olarak gündeme gelen bir olay. Kamuoyunda tartışılabilir, belli bir olgunluğa ulaşabilir. Bu çerçevede değerlendirilebilir, siyaset kurumu bunu dikkate alabilir. Dediğim gibi ama bunun belli bir olgunluğa ulaşması lazım. Ama vicdani rette bulundu veya onu savundu diye insanları tutuklamak, gözaltına almak, onları düşmanlaştırmak asla doğru değil. Her düşüncenin kendi içinde saygınlığı vardır. Siyaset kurumu da her düşünceye kulak kabartmak zorundadır bir haklılığı var mıdır, yok mudur diye. Bu çerçevede olayın değerlendirilmesinden yanayım.
Öğrenci- Merhabalar, öncelikle teşekkürler gerçekten hem dinlediğiniz için, hem dürüstlükle cevap verdiğiniz için sorularımıza. Ben Salih, ODTÜ Siyaset Bilimi öğrencisiyim bende. Benim sorumda biraz dış politika, sanat alanında olacak. Yani biraz karışık ama birbiriyle bağlantılı aslında. Türkiye’nin iç politikasındaki hamleler ve işte iç politikada oynanmak istenen oyunlar aslında dış politikayla da birlikte iç içe giriyor. Örnek verecek olursak LGBT artı görünürlüğünden dolayı 2013 yılından buyana Eurovision şarkı yarışmasına katılmıyoruz ve TRT Genel Müdürünün kendi ağzıyla söylediği bir şey bu aslında. Hatta bugün itibariyle artık eski TRT Genel Müdürü oldu. Hem TRT içindeki bu yapılanma belirli kadroların yerleştirilmesiyle gerçekleşiyor ve gün geçtikçe aslında halkın kendi vergileriyle beslediği bir kanal olmaktan çıkıp aslında tamamıyla mevcut iktidara hizmet eden bir yayın kuruluşu haline geldi. Öncelikle iktidara gelirseniz TRT’nin bu yönetim kurulu yapısını nasıl belirlemeyi düşünüyorsunuz? İkinci olarak da ben buraya birçok arkadaşımı aslında temsilen de geldim. Eurovision şarkı yarışmasına gönül vermiş olan insanlarız ve ülkemiz yani 10 yıla yakındır yarışmada yok. Dış politika alanında Avrupa’ya yakınlaşmaya çalıştığımızda işte bu konu gündeme geliyor. Avrupa’dan küstüm çıkıyorum dediğimiz zamanda yine kapatılıyor yani bu konunun üstü. Dış politikada nasıl bir tutarlılık belirlemek istiyorsunuz siz yani Avrupa’ya dönük mü yoksa yine Türkiye’nin kendi içindeki bir yapılarından beslenerek mi dış politika belirmek istiyorsunuz iktidarınız döneminde bunu merak etmiştim.


Kemal KILIÇDAROĞLU- Bugün izlenen dış politikanın tam 180 derece değişmesi lazım. Bu dış politika Türkiye’yi dünyada yanlızlaştırdı. Sadece Avrupa’da değil, sadece uzak doğuda değil yani Ortadoğu coğrafyasında Türkiye yalnız kaldı, yalnızlaştırıldı. İzlenen dış politikanın bize faturası çok ağır oldu. Doğu Akdeniz’deki karbon yataklarının çıkarılması, Türkiye’nin Doğu Akdeniz gaz forumuna dahil edilmemesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin burada dikkate alınmaması, bizim haklarımızın teslim edilmemesi, Mısır’ın, Yunanistan’ın, Filistin’in, Ürdün’ün, İsrail’in Doğu Akdeniz gaz forumunda bir araya gelmeleri ve bizim burada söz sahibi olmamamız çok büyük kayıplar doğuruyor aslında. Bu nedenle bu politikanın değişmesi lazım.


Eurovision şarkı yarışması yani olur niye olmasın Türkiye’nin çekilmesi aslında Türkiye’nin ayıbıdır yani. Sanatçılarımız gidecek orada şarkılarını söyleyecekler, türkülerini söyleyecekler, ülkeler oy verecek, birisi kazanacak. Yani bu bir yarışmadır burada Türkiye’deki sanatçıların uluslararası yarışmalara katılmaları, ödül almaları Türkiye’nin adının bütün dünyada duyulmasına yol açar. Buna dış politikada yumuşak güç deniyor. Yani bir silahlı gücümüz var malum işte askerler ne kadar tankınız, topunuz, silahınız, uçağınız varsa güçlü bir devlet gibi görünürsünüz. Birde dünyada saygınlık kazanırsınız. Çünkü tankla, topla, tüfekle saygınlık kazanılmıyor. Ama bir yazarınızın Nobel ödülü alması ve bunun kitabının bütün dünyada tercüme edilip yayınlanması Türkiye’nin yumuşak gücünü gösterir. Bir sinema filminizin dünyanın bütün ülkelerinde, sinemalarında gösterilmesi olağanüstü bir olaydır. Bir sanatçınızın opera sanatçısının, bir piyanistinizin dünyanın pek çok ülkesinde konser vermesi olağanüstü bir şeydir. Aynı şekilde bir tiyatro oyununuzun oynanması, bir aryanızın, operanızın bir yerde seslendirilmesi güzel şeyler. Türkiye’yi aslında dünyaya tanıtacak olanda budur. Şimdi siz Eurovision şarkı yarışmasından çekiliyorsunuz aklın alacağı şey değil niye çekiliyorsunuz. Sanatçılar gidecek orada dünyadaki diğer sanatçılarla birlikte yarışacaklar. Eskiden yarışma olurdu, insanlar o akşam beklerlerdi puanlar verilirdi hangi ülke galip geldi bizde zaman zaman dostluklarda yani ülkeler oy kullanırken dostluklarını da bir anlamda gösterirlerdi. Buradan çekildik. Bu tamamen sanattan ve kültürden korkmaktan kaynaklanıyor. Oysa sanat ve kültür insanın doğasında olan bir şeydir. Resim yapmayı, şarkı söylemeyi, türkü söylemeyi, oyun oynamayı, düşünmeyi, roman yazmayı, öykü yazmayı, anılarımızı yazmayı, bu insanın doğasında olan bir şeydir. Biz bunları anlatıyoruz ama çoğu zaman yazmıyoruz. Yazdığımız zaman başımız belaya girecek. Böyle bir atmosferden Türkiye’nin süratle çıkması lazım.


Birde şu var, özel yaşamın gizliliği esastır. Anayasada hüküm var. Yani darbe anayasası bile bunu değiştirmemiştir. Özel yaşamın gizliliği esastır. Size ne kişinin özel yaşamından. Sosyal devlet olarak bizim görevimiz yani devletin görevi o kişinin işi var mı, yok mu, o kişi hayatında mutlu mu mutlu değil mi? O kişinin yaşam standardı, gelir düzeyi iyi mi iyi değil mi? O kişinin özel yaşamı devletin alanına girmez ki. Devletin alanına girdiği andan itibaren özel yaşam siz o zaman baskıcı, elinde sopası olan bir devlet görüntüsü vermiş olursunuz. Benim istediğim gibi yaşayacaksın, benim istediğim gibi davranacaksın, sabahleyin benim istediğim saatte sokağa çıkacaksın. Bu olacak şey değil. Veya benim istediğim gibi tıraş olacaksın.


Bir anımı anlatıyım size. Hesap uzmanlığı sınavını kazandık, yazılı kazandım sözlü sınava gireceğiz o zaman solcular böyle favorilerini uzun yaparlardı. Bir arkadaşım dedi ki, ya sen sözlü sınava gireceksin favoriler uzun berbere git tıraş ol en azından sosyal demokrat olduğun anlaşılmasın. Hayatımda hep sosyal demokrat oldum onu da ifade edeyim. Berbere gittik şimdi tıraş oluyorum niye dedi tıraş oluyorsun berber sohbet ediyoruz. Dedim sınava gireceğim. Abi dedi bu favoriler zaten formüldür dedi dolayısıyla iyi ki tıraş oldun diye. Düşünebiliyor musunuz yani toplumun içine sokulduğu atmosfer. Bu atmosferden Türkiye’nin çıkması lazım. Saçının rengi, yok tıraş oldun, yok efendim dışarıda kahkaha attın, yok kadın efendim niye böyle gezdi, yok efendim erkek niye böyle oldu. Bunlardan size ne kardeşim siyasetin konusu değil ki bu. Gerçekten siyasetin konusu değil. Toplumu ayrıştırmak, toplumu kutuplaştırmak, toplumu düşmanlaştırmak siyasetçinin işi değildir. Siyasetçinin işi tam bunun tersi toplumu kaynaştırmak. Görevi üstlenmeli. Eurovision şarkı yarışmasına da Türkiye girmeli. Sadece ona değil aslında ne kadar çok yarışma. Mesela Cannes Film Festivali olur. Gönül ister ki Cannes Film Festivaline sadece bir iki sinema yönetmenimiz değil çok sayıda yönetmenimiz gitsin, gönül ister ki oraya çok sayıda sinema artistleri gitsinler, alkışlansınlar, romancımız gitsin, dünyanın pek çok ülkesinde masaya oturduğu zaman kitapevinde gelen kişilere romanlarını imzalayıp versin. Bunlar olağanüstü şeyler. Yani kolay elde edilen şeyler değil. Özel bir emek isteyen alanlar ve bu özel emek isteyen alanların devlet tarafından aksine desteklenmesi lazım. Bir kişi sinema yapacaksa ona destek verilmesi lazım, mali destekler verilmesi gerekiyor. Bunların yapılması lazım. Kültür ve sanat geliştikçe toplumlar hızla olgunlaşırlar ve o kavga dediğimiz şey büyük ölçüde ortadan kalkar.

Öğrenci- Kemal Bey merhaba, öncelikle size ve Çankaya Belediye Başkanımıza teşekkür etmek istiyorum. Bizi burada çok güzel ve samimi bir şekilde ağırladınız. Adım Fırat. Bende ODTÜ öğrencisiyim ama arkadaşlar farklı olarak ben iktisat bölümü öğrencisiyim ve zaten bölümümden anlaşılacağı üzere hangi konudan soracağım belli. Şimdi sorumdan önce birazcık bazı verilerden bahsetmek istiyorum. TÜİK’in yayınladığı gelir ve yaşam koşulları araştırması verilerine göre 2019’dan 2020’ye geçerken en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay yüzde 47.5’e yükseldi. Buna rağmen en düşük yüzde 20’ye ise sadece yüzde 5.9 pay düşüyor. Şimdi rakamlardan da belli olmak üzere yıl geçtikçe artan bir gelir eşitsizliği gözükmekte. İktidara geldiğiniz zaman bu eşitsizliği gidermek için ne gibi somut adımlar atmayı planlıyorsunuz?


Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi gelir dağılımındaki bozulma toplumda huzursuzluğun kaynağı olur. Hani bizde çok güzel bir atasözü var biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar diye. İktisatçıların temel hedefi olabildiğince lorenz eğrisi deriz hani gelir dağılımının olabildiğince dengeli olması diye. Bu tabi izlenen politikalarla olur. Yani siyaset kurumunun izlediği politikalarla olur. Türkiye’de özellikle son 10 yılda gelir dağılımında çok büyük dengesizlikler çıktı. Bankalardaki mevduat hesaplarına bakarsanız o dengesizliği orada çok daha net görebilirsiniz. 1 milyonun üstünde olan mevduata sahip olanlara bakıyorsunuz son derece küçük bir bireysel olarak, şahıs olarak küçük ama sahip oldukları servet oldukça yüksek. Bunu önlemek bütün devletlerin görevi aslında. Sosyal devletin zaten temel görevlerinden biriside bu gelir dağılımını dengelemek. Bunun yolu istihdam yaratmaktır bir. Yani herkes mutlaka gelir elde edebileceği bir alanda çalışmalıdır. İki, ailede bir kişi değil çalışma yaşına gelen herkesin çalışabileceği bir ortamın mutlaka yaratılması gerekiyor. Üçüncüsü, çalışıyoruz, işimiz oluyor ama sürekli asgari ücret vereceğim sana bu da doğru değil. Belli bir zaman dilimi içinde işinde başarılı oldukça daha iyi bir gelire kavuşması lazım, daha iyi bir yaşam standardı yakalaması lazım. Yani milli gelirin artması ve kişi başına gelirin yükselmesi gerekiyor ve bunu da yapmamız gerekiyor.
Bir başka sorun burada bölgesel dengesizlikler var. Özellikle doğu, güneydoğuda işsizler var, işsizlik çok yaygın, kişi başına gelir çok düşük. Dolayısıyla siz eğer üretim ekonomisine yönelirseniz bunun da dengeli bir şekilde yurt sathında dengeli bir şekilde dağılması lazım. Fabrikaların üretim alanlarının bu şekliyle dengeli olması lazım.

Milli geliri artırmak için bakın şöyle deyim. 12 bin dolardı kişi başına milli gelir bundan üç yıl önce şimdi 7 bin küsur dolara indi. En büyük acı nedir toplumda biliyor musunuz? En büyük acı kişinin yaşam standardındaki gerilemedir. 12 bin dolara göre geçiniyorsunuz, birden bire 7 bin dolara düşüyor. Bütün o hayat standardınız geriye gidiyor. Bu insanın hayatına çok ciddi bir acı verir ve insanlar buna tahammül edemezler. Bugün yaşanan tabloda bu kişi başına gelirdeki düşmedir. İşsizlik kişi başına gelir, daha doğrusu gelir dağılımını bozan temel etmen işsizliktir. Türkiye’de çok ciddi bir genç nüfus var, 1 milyonun üstünde üniversite mezunu var işsiz. Ben evlere temizliğe giden üniversite mezunu işsiz kadın biliyorum Mersin’de. Bunu dinlediğim zaman gerçekten yüreğim acımıştı. Ayrıca 10 milyonun üstünde de işsizimiz var. Bunun çözülmesi lazım. Ama bu politikalarla çözülmez.


Şimdi nasıl çözülür ona da kısaca değineyim isterseniz. Şimdi birincisi şu, bir ülkeyi hızla büyütmek ve kalkındırmak istiyorsanız birincisi demokrasiyi gerçek anlamda kendi ülkenize getireceksiniz. Eğer demokrasiyi kendi ülkenize gerçek anlamda getirirseniz yani düşünce özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, yargı bağımsızlığını bütün bunları sağlarsanız üniversite özerkliğini sağlarsanız bu şu olur, herkesin can ve mal güvenliği olur. Kimse can ve mal güvenliğinden kaygı duymaz. Can ve mal güvenliği ne demektir? Yatırımcının yatırım yapması demektir. Haksızlığa uğradığımda gideceğim davayı açacağım hakkımı kazanacağım diyor. Şimdi hiç kimse önünü göremediği için yatırımda yapılmıyor dikkat ederseniz. Yabancılarda gelip Türkiye’de yatırım yapmıyorlar çünkü Türkiye’de can ve mal güvenliği yok. Yarın birisi gelip benim malıma çökerse ne olacak. Var ya marinaya çöktüler mesela. Diyor ki, dönemin İçişleri Bakanı biz burayı almasaydık mafya gelip çökecekti. Yani akıl alacak şey değil. Mafyanın gelip çökeceğini bir eski İçişleri Bakanının itiraf etmesi devlette siyasetle mafya arasında ciddi bir işbirliğinin olduğunu da gösteriyor. Artı demokrasiyi güçlendirdiğiniz zaman kayıt dışı ekonomiyi de sınırlamış oluyorsunuz. Şuanda Türkiye’de büyük olağanüstü bir kayıt dışı ekonomi var.

Bunun koçbaşlığını da uyuşturucu boranları yapıyor. Düşünün Brezilya’dan bir gemiye 5 ton kokain bindiriliyor, yakalanıyor, Türkiye’ye gelecek kime geleceği belli değil sormuyorlar. Bu gelecek kokainde milyar dolarlar hani böyle 50 milyon, 60 milyon falan değil milyar dolarlar bu rakamlar. Mersin’de Dilovası’nda yakalanan yani İzmit’te Dilovası’nda Mersin limanında yakalanan kokainlerle ilgili hiç soruşturma bile açılmadı. Siyasetle mafya arasında çok ciddi bir işbirliği var. Bu gelir dağılımını bozan temel etmenlerden ayrıca birisi. Eğer siz yargı bağımsızlığını sağlar devlette liyakati gerçek anlamda sağlarsanız bunlarla güvenlik güçleri mücadele eder ve yakalarlar yeter ki siyaset kurumu engel olmasın. Demek ki bir demokrasi, can ve mal güvenliği. İki, üreten Türkiye olması, Türkiye’nin üretime odaklanması lazım. Ve tabi şu soruyu sormamız lazım. Üreteceğiz de ne üreteceğiz? Katma değeri yüksek ürün. Katma değeri yüksek ürün üretmeyen bir ülke ilerde ya da belli bir zaman dilimi içinde katma değeri yüksek ürün üreten ülkelerin ürünlerini tüketen ülke haline gelir. Cep telefonlarımız gibi. Televizyonlarda biz televizyon üretiyoruz, kendi markamızda var, ihraçta ediyoruz.

Televizyonun Türkiye’deki katma değeri nedir? Yüzde 2. Çünkü dışarıdan alıyoruz montajını yapıyoruz dışarıya satıyoruz. Türkiye’ye kalan sadece yüzde 2. Türkiye’nin örneğin çip üretmesi lazım. Çip üretmeyen bir Türkiye’nin katma değeri yüksek ürün üretme şansı yok. Katma değeri yüksek ürün üretmenin temel yolu da üniversitelerin bilgi üretmesi. Bu baskı altında üniversiteler bilgi üretemez. Bilgi üreten insanda zaten üniversiteyi Türkiye’yi terk edip dışarıya gidiyor. Demek ki üreten Türkiye her alanda, fabrikada, tarlada, sanatta, kültürde her alanda Türkiye’nin üretmesi ve desteklenmesi lazım. Üçüncüsü, Türkiye’nin güçlü bir sosyal devlet olması lazım. Eğer güçlü bir sosyal devlet olursanız o zaman Türkiye’de iç barış, iç huzuru sağlarsınız, kişi başına gelir ürettiğiniz zaman kişi başına gelir dengeli olarak dağılmış olur, işsizlik büyük ölçüde ortadan kalkmış olur. Kişiler evlerinde rahat, huzur içinde yaşamış olurlar. Kadın çalışır, erkek çalışır, fabrikada, tarlada herkes çalışır, üretir, kazanır, ihracat olur dış politikayla, Ortadoğu’yu beslersiniz, Afrika’ya o dünyalara açılırsınız. Bütün bunları yapmak mümkün zaten. Ve dördüncüsü de sürdürülebilirlik. Bütün bunların sürdürülebilir olması lazım ve sürekli dünya değişince bizimde değişmemiz lazım. Çünkü demokraside sürekli gelişen bir kavram, üretim zaten sürekli değişiyor, sürekli gelişiyor. Şöyle bir örnek vereyim size öyle bitireyim. İnsanoğlu tekerleği 1 milyon yılda keşfediyor. Şimdi her sanayide birden fazla buluş var. Osmanlı sanayi devrimini kaçırdığı için battı. Şimdi biz eğer bu hızla gelişen ve büyüyen teknoloji devrimini kaçırırsak çok daha gerilere atılmış olacağız. Çok nitelikli insanlarımız var, çok başarılı insanlarımız var ama yaşanan ağır demokratik koşullar nedeniyle ya da antidemokratik koşullar nedeniyle bunlar Türkiye’de çalışmak istemiyorlar, dışarıya gitmek istiyorlar. Bu bizim en büyük kaybımız olacak.


Öğrenci- Kemal Bey, bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş sayılırız. Tekrardan çok teşekkür ediyorum. Önümüz bayram, sizin de böyle gençliğinizde öğrencilik yıllarınızda belki hatırladığınız güzel bir anınız varsa bayramla alakalı bizimle paylaşırsanız hem bu gergin siyaset ortamının biraz dışına çıkmış oluruz. Hem de tatlı bir anı kalmış olur.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Gazeteci arkadaşlara şöyle bir teklif yaptım bundan 1, 1,5 yıl önce televizyoncu arkadaşlara. Dedim ki, siyasi partilerin liderlerine şöyle bir çağrı yapsanız veya davet etseniz deseniz ki bütün liderler gelsinler herkes mesela çocukluk anılarını anlatsın, siyaset yasaklansın çocukluk anıları. Nasıl aşık olduğunu, nasıl evlendiğini, okula giderken ilk duyduğu heyecanı, başından geçen kötü işleri, güzel işleri anlatsın dedim. Yani en azından kamuoyu bizi dinlerken ya bunlarda insanmış desin, demek ki bunlarda aşık olabiliyorlar, bunlarda ağlamışlar, bunlarda aç kalmışlar, bunlarında mutlu günleri olmuş. Yani kendi hayatımızı anlatalım bir anlamda.


Şöyle, yetiştiğim coğrafyada bayramı böyle samimi olarak yaşadığım yer Bingöl’ün Genç ilçesi. Orada ilkokulu bitirdim, ortaokulu orada okudum, güzel bir ilçe, çok şirin bir ilçeydi. Bayramda tabi bayram arife günü heyecanlanırdık. Aslında babamız bize böyle yeni elbise, yeni ayakkabı falan almazdı ama ertesi gün bir heyecan duyardık yani bir bayram olacak, arkadaşlarla buluşacağız diye. Çünkü şimdi düşünüyorum da rahmetli babam 7 kardeşiz zaten 7 ayakkabı alacak zaten mümkün değil böyle bir şey yapması. Ama ona rağmen memur olduğu için hani düzenli bir geliri vardı ama düzenli geliri olmayan ailelerin çocukları da vardı. Şeker toplardık, elimizde küçük birer torba olurdu, kapıları çalardık bayram kutlaması yapardık. Onlar bize şeker verirlerdi. Eğer bir aile şeker değil de bize para verirse o olağanüstü bir avantajdı bizim için. Para almak ne kadar güzel bir şey diye. Bu paralar tabi bizim için çok büyük ama bugünkü değeri çok küçük olan paralardı. Çocuk olarak öyle bir dünyamız vardı. Diğer arkadaşlarla beraber bir araya gelirdik bayramın diyelim ikinci günü, üçüncü günü falan bir araya gelirdik. Oturur sohbet ederdik. Kırsalda küçük bir yer kırsalın hemen kentin biraz dışına çıktığınızda kırsaldı zaten. Ateş yakardık ateşin etrafında otururduk, şakalaşırdık böyleydi yani. Küçük bir dünyamız vardı ama samimi, sıcak, güzel bir dünyamız vardı. O yılların bayramları şöyle, herkes aslında o kent dediğimiz o küçük Bingöl’ün Genç ilçesinde herkes birbirini tanır zaten. Yani kimse kimseyi tanımıyor diye bir şey yok. Herkes birbirini tanırdı. Güzel bir atmosfer içinde çocukluğum öyle geçti güzel yani. Anılarım öyle.


Öğrenci- Sizde içinizden geçiriyorsunuz nerede o eski bayramlar diye herkes gibi.


Kemal KILIÇDAROĞLU- Şimdi şöyle, insan yaşlanır ama anılar yaşlanmıyor. Dolayısıyla anılar sizin yaşamınızın bir anlamda birikimi oluyor. Keşke bunları hani böyle oturup yazabilsek, acı günlerimizi, sevinçli günlerimizi yazabilsek, otursak, konuşabilsek. Zaman zaman dönem arkadaşlarım bir araya geliyoruz zaten, oturuyoruz, konuşuyoruz. Gene bir anımı anlatıyım size, okumayı çok severdim ama annem ve babam kızarlardı fazla okuma gözlerin bozulur diye. Bende tabi o zaman elektrik yok gaz lambasıyla. Bende yatmaya giderken küçük bir lamba vardı götürürdüm orada gizli gizli kitap okurdum. Şimdi düşünüyorum tabi bizde çocuklarımıza aman şunu oku, aman bunu oku diye söylüyoruz. Böyle ilginç anılarım var hayatımda. Ama güzel anılar bunlar. Sizin hayatınızda da ilerde anlatacağınız güzel anılar olacak tabi.
Öğrenci- Bu vesileyle bizde sizin bayramınızı kutlamış olalım.
Kemal KILIÇDAROĞLU- Sağ olun, bende bayramınızı kutlayım. Ailelerinize çok selamlarımı, saygılarımı iletirseniz çok mutlu olurum. Ayrıca tabi üniversitede okuyorsunuz güzel bir üniversitede, sizde güzel bir üniversitede okuyorsunuz. Şöyle, üniversite öğrencisi olmak güzel bir şey. Gelip de Ankara Akademide birinci sınıfa başladığımda farklı bir dünyayla karşılaştım. Düşünün küçük bir kentten geliyorsunuz tanımadığınız yüzlerce arkadaşla bir araya geliyorsunuz. Bir süre sonra dostluklarınız oluyor, bir süre sonra arkadaşlıklar kuruyorsunuz. Dolayısıyla güzel bir dünya. Bu dünyanın kıymetini bilin, öğrenciliğin kıymeti çok güzel, değeri çok güzel.