Chp Genel Baskanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis grup toplantısında konuştu,Sayın Mesut Yılmaz tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Ailesini ziyaret ettim. Ben ve arkadaşlarım başsağlığı dileklerimizi ilettik. Siyaset dünyamızın önemli bir aktörüydü. Üç kez başbakanlık yapmış, bu ülkeye hizmetleri olan bir devlet adamıydı. Kendisine Allah'tan rahmet diliyoruz, milletimize de başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.
Değerli arkadaşlarım; oturumumuzu yöneten grup başkanvekilimiz, oturumu açarken İzmir'de yaşanan depremin ve deprem sonrası hayatını kaybeden, bugün için elimizdeki son rakam 105 vatandaşımız için saygı duruşunda bulunmamıza istedi ve hep birlikte saygı duruşunda bulunduk.
Depremin beşinci günü, hâlâ enkaz tümüyle kaldırılmış değil. Bütün umutlarımız nasıl 65 saat sonra Sevgili Elif, 91 saat sonra minik kızımız Ayda kurtarılıyorsa, inşallah şu anda enkaz altında olanlar da kurtarılır. Bu vesileyle -oraya gittiğimde de ifade etmiştim, İzmir'e gittiğimde de ifade etmiştim- arama kurtarma ekiplerine, jandarmanın, AFAD'ın, belediyelerimizin, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin, Kızılay'ın arama kurtarma ekiplerine yürekten teşekkür etmek bizim görevimizdir. Onlar, 24 saat belli bir disiplin içinde sessizliği koruyarak "acaba bir ses duyabilir miyiz?" ve "ses aldığımız yerden canlıyı nasıl kurtarabiliriz; çocuk, kadın, genç, yaşlı nasıl kurtarabiliriz?" diye uğraştılar. O nedenle ben hepsine yürekten teşekkür ediyorum. Hastaneyi ziyaret ettik. Hastalar vardı; depreme nasıl yakalandıklarını, nasıl kurtulduklarını, yaşadıklarını kısmen bana ve arkadaşlarıma anlattılar. Biz yaralılara da acil şifalar diliyoruz. 
Değerli arkadaşlarım; genelde genel başkan kendi partisine teşekkür etmez ama izin verirseniz ben İzmir'de yaşanan olay dolayısıyla, deprem dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi'nin bütün üyelerine, milletvekilinden belediye başkanlarına kadar, belediye meclis üyelerine kadar bütün üyelerine yürekten teşekkür etmek isterim. Bu benim vicdani görevim. Depremin olduğu andan itibaren arkadaşlarımız adeta bir seferberlik anlayışı içinde hepsi İzmir'e gittiler. 91 milletvekili arkadaşımız görev yaptı, 91 milletvekili arkadaşımız. Grup başkanvekilimizin koordine ettiği bir çalışma; MYK üyelerimiz, milletvekillerimiz ve sevgili Özgür Özel de işin koordinasyonunu yapıyordu, her enkazın başında, her enkazın başında 24 saat milletvekillerimiz bekledi. Çadırların tümü ziyaret edildi ve şu soru soruldu: Bizim bir eksiğimiz var mı? Sizin bir eksiğiniz var mı? Bizim eksiğimiz varsa söyleyin ama sizin eksiğiniz varsa siz de söyleyin. Biz bunu bir şekliyle karşılayalım. Çadırlar süratle kuruldu. Ekmek, çorba, süt, yemek; bütün bunların tamamı İzmir Büyükşehir Belediyesi, diğer büyükşehir belediyelerimiz ve belediye başkanlıklarımızın desteği ile hiçbir sorun olmamasına özen gösterildi. Verdiğimiz mücadele, yaptığımız çaba, sadece İzmirliler için değil aslında; bir risk en hafif nasıl atlatılabilir? İnsanların yaşadığı mağduriyet en rahat nasıl giderilebilir? Bu çaba içindeydik. 2 bin 588 çadır kuruldu bizim belediyelerimiz tarafından. 25 bin 991 battaniye dağıtıldı. Isıtıcı, maske dağıtımı; 370 bini aşkın maske, uyku tulumları... Arama kurtarma personelinin sayısı bin 784'tü. Diğer personel de sağlık alanında görev yaptı, 6 bin personel. İş makinaları; 267 iş makinası ve binek araç desteği ayrıca verildi. 9 ayrı alanda, insanlar cep telefonlarıyla konuşsun diye şarj istasyonları oluşturuldu. Ücretsiz mobil internet erişiminin altyapısı da oluşturuldu.
Ayrıca bunlar İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir'deki belediyelerimiz tarafından yapıldı. Ayrıca 56 belediyemiz, 180 araç ve bin 124 personelle destek verdi. Battaniyeler, uyku tulumları, maskeler, kuru gıdalar, jeneratör, çadır, çocuk bezi, aydınlatma aletleri, seyyar tuvaletler, ıslak mendil, seyyar mutfak... Mutfaklar her türlü yemeği veriyor. Bütün ihtiyaçların tamamı sağlanmaya çalışıldı değerli arkadaşlarım. Hasta ziyaretleri yapıldı, taziye ziyaretleri yapıldı. Hayatını kaybedenlerin cenaze törenlerine katıldım. Cenazeler eğer İzmir dışında başka bir yere gönderilecek ise, bununla ilgili bütün çalışmalar yapıldı. Cenaze ve sahipleri arzu ettikleri illere gönderildi. Dolayısıyla bir yerde sorun varsa, sorunun giderilmesi ile ilgili her türlü çaba gösterildi. Bir şikayet telefonu bütün İzmir'e duyuruldu. Dolayısıyla buraya gelen her şikayetin, her talebin, her beklentinin süratle cevaplandırılmasına imkan verildi. Ayrıca 230 vatandaşımıza sabit yazlıklarda konaklama imkanı sağlandı. Çadırların tümü ziyaret edildi. Kimlik bilgilerinden, ayakkabı numaralarına kadar bütün ihtiyaçlar bir şekliyle tespit edildi ve bunlar raporlandı. Psikolojik destek isteyenlere bu çerçevede de yardım edildi. Şu anda İzmir'de hiç kimse aç ve açıkta değil.
Bunlar Cumhuriyet Halk Partisi'nin belediyeler aracılığıyla yaptığı çalışmalar. Elbette ki Kızılay'ın, elbette ki AFAD'ın, elbette ki jandarma kurtarma ekibinin, arama kurtarma ekibinin çabaları da var. Dolayısıyla bu çabalara da -İzmir Valiliği’nin çabaları da var- ayrıca teşekkür ederiz.
Değerli arkadaşlarım; bir deprem gerçeği var mı? Var. Bunu sürekli yaşıyor muyuz? Evet, yaşıyoruz. Eğer biz ülke olarak deprem gerçeğini kabul ediyorsak, gerekli önlemlerin alınması konusunda çaba harcamak zorundayız. Depremde hayatını kaybeden kişilerin partileri hiç önemli değil. Onlar bizim insanımız. Hayatını kaybetti mi, kaybetti? Kaybetti. Arkasından ne yapıyoruz? Fatiha okuyoruz, hayatını kaybedenler için gözyaşı döküyoruz, üzüldüğümüzü ifade ediyoruz, "inşallah bir daha olmaz" diye dualar ediyoruz. Ya sonra ne yapıyoruz? Asıl soru bu: Ya sonra ne yapıyoruz? Her depremden sonra aynı şeyleri yapıyoruz aslında, değişen bir şey yok. Siyaset dünyamızda da değişen bir şey yok. Sivil dünyada da değişen bir şey yok. Bunun değişmesi lazım. Bakın değerli arkadaşlar, şunu düşünmek zorundayız: Deprem olduğunda, can kaybını nasıl minimize edebiliriz veyahut hiç can kaybımız olmaz; bunu düşünmek zorundayız. Deprem olduğunda mal kaybımız nasıl olmaz? Bunu düşünmek zorundayız, bu da milli gelirde azalmaya yol açıyor. Yaralı sayısını nasıl azaltabiliriz? Bu sorunun yanıtını siyaset kurumu bulmak ve yerine getirmek zorundadır. Neyle? Bilimle, akılla, mantıkla, devlet yönetimi böyledir, liyakatle. Şimdi deprem mühendisliği denen bir dal var, deprem mühendisleri var, mühendisler var, depremin şiddetini ölçüyorlar. Hatta o kadar ki, şu anda AFAD'ın internet sitesine girdiğinizde sizin evinizin fay hattı üzerinde olup olmadığını dahi öğrenebiliyorsunuz. Yani bilim bize bütün bunları sunmuş vaziyette. Fay hatları nerede? Nerelerde yerleşim, insan yerleşmeleri, yerleşimleri olsun veya olmasın, bütün bunların hepsini saptamak mümkün. Bilim bu imkanları veriyor bize. Peki değerli arkadaşlarım, ne yapıyoruz? Yasalar çıkardık doğru, ama yasaların kendi içinde iç tutarlılığı yok. Her depremden sonra bir yasa çıkardık. Niçin? Depremle ilgili temel yasa pek çok ihtiyaca cevap vermiyor.
Önce 1959'da, Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun, 1959 Erzincan Depremi oluyor. 1992'de bakıyorlar ki bu kanun ihtiyaca cevap vermiyor, yeni bir kanun çıkarıyorlar, 3838 sayılı Kanun, ama geçici madde bu, geçici madde. Erzincan'da yaralar sarılacak. Zaten ölenler defnedildi, dolayısıyla görev bitti, mesele de bitti. Arkasından 99 depremini yaşıyoruz. On binlerce kişinin hayatını kaybettiği, dünyanın en büyük depremlerinden birisini yaşıyoruz. Orada da bir kanun çıkarıyoruz. Yaraları sarmak için ek vergiler getiriyoruz, vergiler topluyoruz. "Efendim binalar yapacağız. Bir daha deprem olduğunda insanlar hayatını kaybetmeyecek" diye çarşaf çarşaf politikacılar konuşuyor. Her şey yapılıyor. Hatta bir de Deprem Sigortası Kanunu çıkarılıyor kanun hükmünde kararnameyle. Zorunlu Deprem Sigortasına Dair Kanun Hükmünde Kararname ile bu da yapılıyor.
Sonra kentsel dönüşümle ilgili de güzel bir kanun çıkarılıyor; Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Proje Kanunu. Yani istenirse yapabiliyor; parlamento, yürütme organı niyeti varsa gerekli düzenlemeleri yapabiliyor.
Sonra 16.5.2012'de Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Bir Kanun çıkıyor değerli arkadaşlar 2012'de. Bu kanun aslında önemli bir kanun, kimsenin hakkını yemeyelim. Tanımlar maddesinin ç bendi şöyle: “Riskli alan…” Riskli alan nedir? "Burada deprem oluyor arkadaş burada konut yapmayın" demektir. Burası riskli alan, peki alanı kim belirleyecek? Belediye mi, sivil toplum mu, mimar mühendisler mi? Kim belirleyecek riskli alanı? Kanun bunu tanımlamış, diyor ki, “Riskli alan, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'nın görüşü de alınarak, bakanlığın teklifi üzerine cumhurbaşkanlığınca kararlaştırılır.”
Şimdi hep beraber soralım: Bugüne kadar nerede, ne kadar riskli alan belirlendi? 2012 kanunun tarihi, 2012. Şimdi 2020 yılındayız. Ben merak ediyorum. Çocuğunu, evladını, annesini, babasını kaybeden, depremde kaybeden depremzede de merak ediyor. 2012 yılında bu kanun çıktığına göre, riskli alanları herkes bildiğine göre, hatta evinin bile fay hattı üzerinde olup olmadığını internete girip gören birisi herhalde cumhurbaşkanlığının bu kararını beklemiştir. Nerede bu riskli alanlar? Riskli alan belirlendikten sonra oradaki binaların yıkımı gerekiyor. Yeni binalar yapılacak orada veya bir başka yerde. Yıkımına kim karar verecek? Belediye mi? Hayır, belediyenin böyle bir yetkisi yok. Valilik ve ona bağlı kurumlar karar alıyorlar, bakanlığa gönderiyorlar. Sonra yıkımına karar verilirse, belediyeye şurayı yıkacaksın diyorlar. Belediye gidip, orayı yıkmak zorundadır.
Belki vatandaşlarım hatırlamaz ama bu konudaki uygulamayı anlatmak için bir örnek vereyim. Malum İstanbul'da bir 16/9 kuleleri vardı. Kaçak yapı. Mahkeme kararıyla yıkımına karar verildi, tebliğ edildi belediyeye. Fakat belediye orayı yıkacak müteahhit bulamadığı için ihale ile yıkmadı orayı. Demek ki belediyelerin bir hasarlı bina var mı, yok mu; bunun tespiti belediye açısından önemli ama bunu yıkma yetkisi yok. Yıkma yetkisi merkezi hükümetin. Valilik diyecek ki: "Buranın yıkılmasına karar verilmiştir. Burayı yıkacaksın." O zaman belediye gider, burayı yıkar. Yasaların bu kadar dağınık olması, aslında deprem riski ile mücadelede bürokrasiyi de zorluyor arkadaşlar.
Şimdi değerli arkadaşlarım; deprem konusunda biz ne yaptık? Öyle ya, biz muhalefet partisiyiz, ana muhalefet partisiyiz. Bizim de bir sorumluluğumuz var. Deprem konusunda biz ne yaptık? Özellikle bunu, anlatacağım bu bölümü bize oy vermeyen vatandaşların dinlemesini isterim. Özellikle bu bölümü "ya bu CHP'de hep eleştirir, hiçbir zaman bir öneri getirdiği dahi görülmemiştir" diyen vatandaşların dinlemesini isterim. 
Değerli arkadaşlarım; bürokrasi gelişmiş ülkelerde, devlet terbiyesi olan ülkelerde, kaynakların saydam, nerelere harcandığının vatandaşa açıklandığı, vatandaşın bilgilendirildiği ülkelerde, üniversitelerin bilgi ürettiği ülkelerde depremle mücadele 2 aşamalıdır.
Birinci aşaması şudur: Fay hattınız var, biliyorsunuz burayı. Bir afet her an gelebilir. Afeti nasıl önleyebiliriz? Birinci aşaması budur. Yani depreme dayanıklı konutlar yaparsınız, depreme dayanıklı yol yaparsınız, tünel yaparsınız, havaalanı yaparsınız, baraj yaparsınız. Biliyorsunuz riskli alan, ilan edilmiş riskli alan; dolayısıyla burada öyle yapılaşma yapacaksınız ki -yapmak zorundaysanız- depreme dayanıklı olacak. Dolayısıyla deprem olduğunda da kimsenin burnu kanamayacak. Birinci aşaması budur. 
İkinci aşaması nedir? Önlem aldık, binaları yaptık, her şeyi yaptık ama deprem oldu. Beklediğimizden çok daha şiddetli oldu. İkinci aşama, depremin, yani afetin oluşması halinde ortaya çıkan riski nasıl giderebilirsiniz? Deprem toplanma alanları, hastaneye ulaşım yolu, arama kurtarma ekipleri nereden, nasıl gelecek, nasıl çalışacaklar? Bunların ön hazırlıkları, ekiplerin yetiştirilmesi; bu da ikinci aşamadır.
Türkiye'de hangisi yapılıyor? Birincisi yapılmıyor. Depreme dayanıklı konut, hepimiz biliyoruz İstanbul'daki konutların büyük bir kısmı da depreme dayanıksız. Biliyor muyuz? Biliyoruz. Herkes söylüyor mu? Herkes söylüyor. Her partiden insan söylüyor mu? Her partiden insan söylüyor. Peki önlem? Önlem alınmıyor. Neden? Niçin önlem alınmıyor? Depremden sonra risk oluşuyor, binalar yıkılıyor, insanlar ölüyor, gözyaşları döküyoruz, "inşallah bir daha olmaz" diyoruz, "aman çocuğum kurtuldu" diyoruz, hepimiz bayram yapıyoruz. Kurtaran AFAD ekibi veya diğer arkadaşlar gözyaşları döküyorlar "bu çocuğu, bu kızı kurtardık" diye. Hepimiz seviniyoruz televizyonların başında canlı olarak izliyoruz. Peki arkadaşlar; depremden sonrayı biliyoruz da, deprem öncesi neden önlem almıyoruz? Yahu Allah bize akıl vermiş değil mi? Aklımızı kullanacağız. Bilim adamları var bu konuda, bunlar çaba harcıyorlar.
Şimdi bunu niye söylüyorum biliyor musunuz? Bugün bir gazetemiz bir haberin başlığını şöyle yapmış: "İktidarıyla, muhalefetiyle bilimin sesine kulak tıkayan Türkiye." Pes yani yahu, biz ne zamandan beri bilimin, bilim insanının sesine kulak tıkadık? İktidar tıkıyor, bunu ben biliyorum, hepimiz de biliyoruz, o da biliyor zaten. Gerek de duymuyor yeni bina yapmaya, depreme dayanıklı bina yapmaya gerek de duymuyor zaten. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. Kalan sağlara diyeceğim ki; "Ağlama kardeşim, baban öldü, annen öldü ama sana bir tane daire vereceğim. Otur oturduğun yerde." Anne-baba mı çok değerli, onun aldığı bina mı, daire mi çok değerli? Bu ayırımı insanın vicdanının yapması lazım, bu ayrım yapılmıyor.
Bakın değerli arkadaşlar; kim görevini yapıyor, kim görevini yapmıyor? Bu da önemli bir sorun. Bir deprem gerçeği var mı? Var. Bundan sonra da depremler olacak mı? Evet, bundan sonra da olacak. Ben söylemiyorum; bu işin uzmanları, bilim insanları söylüyor. Parlamento görevini yaptı mı? Birinci soru o, Parlamento görevini yaptı mı? Yürütme organının Parlamentoya depremle ilgili getirdiği bütün kanunlar geçti. İktidarı, muhalefeti "madem depremle mücadele edeceksin, buna ihtiyaç diyorsun" tamamı geçti. Ama parlamentonun bir eksiği var. 17 yılda depremle ilgili 58 araştırma önergesi vermişiz. Ak Parti ve MHP milletvekilleri, "Hayır, depremi araştırmaya gerek yok" demişler. “Deprem olur, insanlar ölür. Enkazın altından çıkan cenazeleri defin ederiz. Bizden güzel ülke yok.” Biz bu anlayışı kabul etmiyoruz. Parlamento’nun oturup araştırma yapması lazım. Bu reddedildi. Demek ki muhalefet, 17 yılda 58 kez deprem gerçeğine parlamentoda dikkati çekmiş. 
Bilim insanları görevlerini yapıyorlar mı? Evet, bilim insanları görevlerini yapıyor. Televizyonlarda görüyoruz, çok sayıda bilim insanı çıkıyor televizyonlara, deprem gerçeğini yıllardır anlatıyorlar. "Önlem alın" diye diye adamların dilinde tüy bitti. Alınan bir önlem var mı? Hayır yok. Bilim insanı, "Artık neyini yazacağım ben bunun" diyor. "Ben neyini yazacağım?" diyor. “Yaza yaza kalem eskidi. Söyleye söyleye her şeyi ifade ettik, dilimizde tüy bitti ama bunlar bir şey yapmıyorlar.” Peki, sivil toplum örgütleri üzerine düşeni yapıyor mu? Evet yapıyor. Sivil toplum örgütleri de deprem gerçeğine dikkati çekerek, deprem konusunda, alınması gereken önlemler konusunda onlarca çalışmalar yaptılar, paneller yaptılar, toplantılar yaptılar, onlar da çalıştılar. Peki üniversiteler üzerine düşen görevi yaptı mı? Evet, üniversiteler de yaptı. Üniversiteler de deprem gerçeği üzerinde durdular, onlar da yayınlar yaptılar, onlar da toplantılar yaptılar. Meslek kuruluşları, mimar, mühendis odaları, bunlar yaptı mı görevini? Evet, bunlar da yaptılar. Onlarca, yüzlerce rapor var. Bilim insanlarının uygulamacıların anlattıkları, yaptıkları, yazdıkları, çizdikleri onlarca, yüzlerce makale ve kitap var. Bunlar da görevlerini yaptılar.
Peki muhalefet olarak biz görevimizi yaptık mı? Öyle ya, yasama organı kısmen yaptı, bilim insanları yaptı, sivil toplum örgütleri yaptı, üniversiteler yaptı. Peki, muhalefet olarak biz görevimizi yaptık mı? Değerli arkadaşlarım; rahat ve açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim: Deprem konusunda, deprem gerçeği konusunda, alınması gereken önlemler konusunda, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde -bir daha altını çizeyim "büyük bir laf" demesinler- Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en nitelikli, en kaliteli raporu hazırlayıp, yürütme organına yani hükümete sunan tek parti var. O partinin adı da Cumhuriyet Halk Partisi'dir. 
Diyeceksiniz ki, bundan niye kimsenin haberi yok? 99 depremi yaşandı arkadaşlar; on binlerce insan hayatını kaybetti, yüz bini aşkın kişi yaralandı. İnsanlar sakat kaldı. Evler yıkıldı, millet perişan oldu. Milli gelirimizde büyük bir düşüş oldu. Çünkü aynı zamanda burası büyük bir sanayi bölgesiydi. 
Ne yaptık?
Ersin Arıoğlu, bir mühendis... Bizim İstanbul milletvekiliydi. Ersin Arıoğlu Amerika'dan, Japonya'dan ve Türkiye'den mühendisleri bir araya getirdi, deprem mühendislerini. Deprem konusunda en önemli kaynak, en önemli çaba, en önemli önlemler Japonya'da ve Amerika'da. Üniversiteden hocaları bir araya getirdi; Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nden 2 hoca, Japonya'daki üniversitelerden 4 hoca, Amerika'daki üniversitelerden 4 hoca bir araya geldiler ve bir rapor hazırladılar. Raporun adı: İstanbul Depremi Hazırlıklarının Hızlandırılması ve Tek Yönetimde Toplanması. Bu raporu hazırladılar. Rapor, 2005 Kasım ayında, o dönem Genel Başkanımız olan Sayın Deniz Baykal'a sunuldu. Sayın Deniz Baykal, raporun ne kadar önemli olduğunu, raporu hazırlayanların bu konuyu ne kadar iyi bildiklerini gördüğü için, "Bu rapor çok önemli, sadece bizde kalmamalı. Yürütme organının, yani hükümetin bu raporu bilmesi lazım. Gidin sayın başbakana bu raporu takdim edip anlatın, brifing verin sayın başbakana" dedi. Dönemin Başbakanı da Sayın Recep Tayyip Erdoğan. Ama diyor ki Sayın Baykal bu raporu verirken, "Bunu kamuoyuyla paylaşmayın, bu CHP'nin raporu olarak algılanmasın. Çünkü deprem bir siyaset alanı değil. Yani A partisi, B partisi, bir rekabet alanı değil. Depreme karşı önlem almak lazım. Her türlü önleme destek vermemiz gerekiyor. Sayın Başbakana şunu söyleyin. Bu raporun öngördüğü kanunları meclisten çıkması için biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak her türlü desteği vermeye hazırız." Ne zaman? Kasım 2005.
Sayın Baykal'ın bu önerisi üzerine Sayın Ersin Arıoğlu ve ekibi Başbakanlık Müsteşarına telefon ederler. Dönemin Müsteşarı Sayın Ömer Dinçer'dir. Deprem konusunda uluslararası bilim insanlarının da çalıştığı önemli bir raporun hazırlandığı, alınması gereken önlemler konusunda -yasalar dahil- Sayın Başbakana bilgi vermek istediklerini ifade ederler. Ömer Dinçer: "Sayın Başbakan'ın işleri yoğun ama size 20 dakika ayırabilir" der. "Olur. 20 dakika, 20 dakikadır; gider anlatırız" diyorlar. Erdoğan'a ve ekibine ve daha önce Baykal'a sunulan rapor sunuluyor. 
Rapor 3 bölümden oluşur, birinci bölüm İstanbul deprem ihtimalinin bilimsel analizi. İstanbul deprem ihtimalinin bilimsel analizi "şöyle, şöyle, şöyle" diye bilimsel bir görüş. İkinci bölüm, muhtemel hasar senaryoları. Deprem olursa ne olacak? Muhtemel hasar senaryoları hazırlarlar. Üçüncüsü, risklerin en aza indirilmesi için nelerin yapılması gerek? Risklerin en aza indirilmesi için nelerin yapılması gerekiyor? 
Randevu günü Sayın Arıoğlu ve ekibi Sayın Başbakan'a giderler, görüşürler ve Sayın Arıoğlu şunu söyler: "Sayın Baykal bu raporu kamuoyuyla paylaşmayın dedi. CHP'nin raporu olarak algılanmasın. Bu rapor, deprem konusunda yetkin imzaların oluşturduğu bir rapor. Dolayısıyla biz bu raporu kamuoyuyla paylaşmadık" der Sayın Başbakan'a bilgi verilirken. 
Raporun sunuşu için malum 20 dakika denmiştir. Raporu sunmaya başlarlar. Erdoğan derhal ilgili bakanları ve müsteşarları da davet eder, çünkü raporun ciddiyetini fark eder. 20 dakika zaman ayırması gereken Başbakan tam 3,5 saat brifingi dinler. Raporun ne kadar değerli olduğunu, ne kadar önemli olduğunu vatandaşların da bilmesi lazım. Biz bugüne kadar çıkıp: "Ey Erdoğan; raporu biz yazdık, sen gereğini yapmadın" demedik hiçbir zaman. Hep bekledik. Çünkü deprem farklı bir şeydir, insan hayatı ile ilgili bir olaydır, önlem alınması gerekir. Kim alacak bu önlemi? Parlamento alacak. Yasa açısından, artı yürütme organı; yani bakanlar, başbakanlar kanun teklifleri hazırlanacak, gelecek, bir bütünlük içinde bu olayın çözülmesi lazım. 
"Bunu biz basınla paylaşmayacağız, paylaşmadık" der Sayın Baykal'ın önerisi üzerine ama Erdoğan Başbakanlık Basın Merkezine talimat verir. Deprem konusunda çok önemli bir brifing aldığını, Başbakanlık Basın Merkezi kamuoyuna duyurur 22 Kasım 2005'te. "Geldiler Sayın Ersin Arıoğlu'nun başkanlığında ekip, deprem konusunda bize ayrıntılı bir brifing verdiler" der.
Erdoğan bununla yetinmez, der ki; “Bu çok önemli bir rapor. Bunu mutlaka İstanbul Valisi ve İstanbul Belediye Başkanı'nın da dinlemesi lazım. Onlara da bu brifingi vermeniz lazım.” Ersin Arıoğlu ve ekibi şunu demezler; ya ben milletvekiliyim, onlara niye brifing vereyim demezler. Tam tersine "tamam" derler. Bu Türkiye'nin meselesidir. İstanbul Kandilli Rasathanesi'nde; belediye başkanı, vali ve ekibi ile birlikte onlara da Başbakan'a yaptıkları sunuşun aynısını yaparlar. Rapor ayrıca Bayındırlık Bakanlığına, İmar İskan Bakanlığına birer örnekle gönderilir.
Gayet güzel, ne oldu? 3,5 saat dinleyecek Başbakan; İstanbul Belediye Başkanı, İstanbul Valisi dinleyecek... İstanbul depremindeki riskler nedir? Hangi önlemleri almamız gerekiyor? Bütün bunları ayrıntılı olarak belirtilmiş. Mali yapısı ne kadar? Bu rapor sadece raflarda yerini aldı arkadaşlar. "Muhalefet partisi de ne yapıyor, bilimden uzak" diyenlerin kulağına küpe olsun, kulağına küpe olsun.
Aslında her şey biliniyor arkadaşlar. Yapılması gereken her şey biliniyor. Gizli saklı bir şey yok. Peki neden yapılmıyor? Madem hepimiz biliyoruz, başbakanı bilir, Ak Parti bilir, MHP bilir, efendim Cumhuriyet Halk Partisi bilir; hepimiz biliyoruz aslında. Niçin yapılmıyor? Bu bir siyasi tercihtir. Bir daha çizeyim altını, bir daha ifadeye edeyim: Bu bir siyasi tercihtir. Siyasi tercihte bulunanlar ise iktidar partisidir. İktidar partisi diyor ki: "Deprem olabilir, cenazeleri kaldırırız, defin ederiz, ondan sonra yıkılan bina varsa yaparız. Yıkılmayan bina? Bir sonraki depremde o da yıkılacak zaten." Deprem değil bina öldürür diye bir deyişimiz vardır bizim; deprem değil bina öldürür. İnsanların o binaların içinde ölümü beklemesi hangi vicdana sığar? Hangi ahlaka sığar? 
Değerli arkadaşlarım; evet, depremi önleme şansımız yok. Fay hattı üzerinde miyiz? Evet. Yer belli mi? Evet. Nereler daha çok deprem riski altında, o da belli ama niye önlem almıyoruz? Bu bir siyasi tercihtir, paranın nereye kullanılacağını öngören bir siyasi tercihtir. Depremde hasar riskini sıfıra indirip insanların hayatını kurtarmak mı istiyorsun, yoksa bir havaalanı yapıp uçak geçmeyen havaalanına dünyanın avrolarını, dolarlarını bundan 20 yıl sonra bile garantileyip, ödeyecek misin? Bu bir siyasi tercihtir. Ak Parti siyasi tercihini böyle kullanmıştır. Hükümet de böyle kullandı, 18 yıldır böyle kullanıyor. Gidiyorsunuz; deprem, binalar yıkılmış oraya; güzel, gittiniz. Kardeşim burada deprem riski olduğunu biliyor muyduk? Biliyorduk. Söyleniyor muydu? Söyleniyordu; siyasiler değil uzmanları söylüyordu, bilim insanları söylüyordu. Niye önlem almadın? "Gerek yok önlem almaya. Bina yıkılır, içindekiler ölür, ben de giderim onlara derim ki: Hiç üzülmeyin, ben size yeni daire vereceğim." Ölenler? Ölenler gitti.
Değerli arkadaşlarım; para yok mu? Para var. Bakın Özel İletişim Vergisi, rahmetli Ecevit depremden sonra, büyük depremden, 99 Marmara depreminden sonra Ek Kurumlar Vergisi, Ek Gelir Vergisi, Ek Emlak Vergisi, Özel İletişim Vergisi, Özel İşlem Vergisi diye vergiler getirdi. Bunlardan birisi sürekli hale geldi: Özel İletişim Vergisi. Çıktığı tarihten bu yılın eylül ayına kadar Özel İletişim Vergisi olarak toplanan para 35 milyar dolar. Bir daha ifade edeyim, 35 milyar dolar. 35 milyar dolarla siz İstanbul'da yaşanacak, İzmir'de yaşanacak olan bir deprem riskini en aza indirebilirsiniz, bir kişinin bile burnu kanamayabilir, parayı harcarsınız.
Adı üstünde deprem vergisi; soruyorum: "Nerelere harcandı?" Kıyamet kopuyor, vay bu soruyu nasıl sorarsın diye. Şöyle diyor Erdoğan bu soruyu sorduğumda: "Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da Bay Kemal'e bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok" diyor. Bana hesabını vermeyeceksin, sen millete hesabını vereceksin. Parayı nereye harcadın sen? 
Dünyanın en mükemmel raporunu sana 3,5 saat sundular, 3,5 saat. Nereye gitti bu paralar? Doğal Afet Sigortası Kanunu var. Onu da rahmetli Ecevit kanun hükmünde kararname ile kurmuştu. İmar affı uygulaması ile gelen, yine bu risk taşıyan yerlerdeki binaların yenilenmesinde kullanılacak 24 milyar lira para. Nerede bu para? Bilmiyoruz. Ama Suriyelilere gelince para çok, 50 milyar dolar para harcadılar, bizim insanımız da kendi evinde tabutlukta depremi bekliyor. Deprem olacak, biz de öleceğiz. İktidar bunu duymuyor.
Şu soruyu sormamız gerekiyor değerli arkadaşlar: İnsan hayatı değerli midir? Devleti yönetenlerin bilmesi lazım. İnsan hayatı değerli ise, insanı yaşatmak için alınması gereken önlemleri, siyasi iktidar alıyor mu, almıyor mu? "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın" diyoruz. Siz insan nasıl ölür; bilerek, görerek, depremi bilerek nasıl ölür, görüyorsunuz biliyorsunuz, anlıyorsunuz, yaşıyorsunuz ama önlem almıyorsunuz. Çöken bir devletten, çöken bir yanlış anlayıştan söz ediyorum değerli arkadaşlarım.
Peki, devletin böyle bir görevi var mı? İnsanı yaşatmak gibi bir görevi var mı? Depreme karşı insanı korumak gibi bir görevi var mı? Öyle ya, çıkıp diyebilirler ki: "Böyle bir görevimiz yok efendim, nereden çıktı böyle bir görev? Bina yıkılır, biz de sonra yaparız. Bizim böyle bir görevimiz yok" diyebilirler. Anayasa'nın 57’nci maddesi var, konut hakkı,  bakın ne diyor: Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde- şehirlerin özelliği ne? Fay hattı üzerinde mi, değil mi? Riskli alan mı, değil mi? Devletin görevi, bunu saptayacak; yasalar da öngörüyor zaten. "Bunu tespit edeceksin" diyor- konut ihtiyacını karşılayacak tedbirler alır. Bunları, riskli alanları, riski sıfırlayacak, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır. Bu tedbirlerin hiçbirisi alınmadı değerli arkadaşlarım. 18 yıldır bu ülkeyi yönetenler Anayasa'nın bu maddesinden bile bihaberdirler. Adımın Kemal olduğu kadar inanıyorum.
Anayasa askıda. İşte bu da askıda. Deprem var, deprem gerçeği var. Bilim insanları söylüyor, mühendisler söylüyor, mimarlar söylüyor, sivil toplum söylüyor, siyasetçiler söylüyor, vatandaş söylüyor. "Evimiz risk alanı, dayanıksız." Evi boşalt. Boşaltacak da nereye gidecek bu adam? Depremde binanın yıkılacağını ve öleceğini bildiği halde oradan ayrılamıyor. Niçin? Gidecek yeri yok. Sosyal devlet nedir? İşte o vatandaşa, "Senin hayatın bizim için çok değerlidir. Sen bu binayı boşalt, sana şurada yer verdik, oraya taşın, depreme dayanıklı. Biz burayı yıkacağız, park yapacağız burayı. Senin çocukların gelecek, burada oyun oynayacak. Burası riskli alan" diyeceksin sen. Kim? Sosyal devlet diyecek bunu. Sosyal devlet değil -ne diyorduk 5 tane müteahhide- beşli çeteye hizmet eden bir devlet var, sosyal devlet değil. Para mı? Para veriyor istediği kadar. Peki, depremde en çok kimler zarar görüyor sosyal olarak bakın, fakir fukaralar. Bunlar "biz fakir fukaranın yanındayız" demiyorlar mıydı? Fakir fukaranın cenazelerinin yanındalar, başka bir yerde değil cenazelerinin yanındalar! Onlara ev yapayım. "Yok kardeşim." Dayanıklı ev olsun. "Hayır kardeşim." Parkın olsun. "Yok kardeşim." Bak sana ekmek veriyorum, sen de bana oy ver; karşılıklı, bu olmaz. Sosyal devletin ayağa kalkması lazım, sosyal devletin vatandaşına sahip çıkması lazım, sadece beslenme açısından değil oturacağı konut açısından da. Ne diyor? "Şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır." Müteahhide demiyor, sen bu tedbirleri al diye. “Devlet olarak sen alacaksın" diyor Anayasa. Ama alınmıyor bunların hiçbirisi.
Dolayısıyla devlet sağlıklı yönetilmiyor arkadaşlar, ahlaki olarak yönetilmiyor devlet, bilgi olarak yönetilemiyor, liyakat olarak yönetilemiyor. Vatandaştan parayı topluyorsunuz, deprem vergisi diye topluyorsun. "Bak bunların tamamını ev yapacağım" diyorsun. "Riskli alan olmayacak" diyorsun. Sonra alıyorsun, o vergiyi götürüyorsun başka yerde kullanıyorsun. Bu vatandaşı aldatmadır, kandırmadır vatandaşı. Bunu sorunca da, "Efendim sen bana soru soramazsınız." Senin aldığın aylığı vatandaş olarak ben ödüyorum. Vatandaş onu diyecek sana, "Senin aldığın aynî ben ödüyorum" diyeceğiz.
Bir mahkeme karar vermiş. Efendim birisi kalkmış, bir vatandaş "senin aldığın aylığı ben ödüyorum" deyince "sen bana hakaret ediyorsun” demiş. "Benim aylığımı sen karşılamıyorsun" diyor. O hakim arkadaşa söylemek isterim, senin aldığın aylığı da vatandaş ödüyor. Benim aldığım aylığı da o vatandaş ödüyor. Elektrik düğmesine basarken vergi veriyor, musluğu açarken vergi veriyor, dolmuşa binerken vergi veriyor. Ayrıca üstüne bir de deprem vergisi ödüyor. Ayrıca kurumlar vergisi ödüyor; ek kurumlar vergisi, gelir vergisi, ek gelir vergisi... Peki ne oldu bu paralar? Nereye gitti bu paralar? Neden bu can kayıpları? Bunların sorgulanması lazım.
Yine sözlerimin başına geleyim: Deprem konusunda, deprem riski konusunda, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en sağlıklı, en tutarlı, en nitelikli raporları yazıp, bunu bir siyaset malzemesi yapmadan yürütme organına götürüp, teslim edip, ayrıca 3,5 saat anlatan tek parti Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Şunu her vatandaşım bilmesini isterim: Artık Cumhuriyet Halk Partisi'nin devleti yönetme zamanı gelmiştir. Devleti yönetme zamanı gelmiştir. 
Ayaklar altında olan bir devlet olmaz. Herkesin tehdit ettiği bir devlet olmaz. Herkesin şantaj yaptığı bir devlet olmaz. Onurumuzla ve gururumuzla yaşamak istiyoruz. Kimsenin tehdit etmediği bir devlet anlayışıyla yaşamak istiyoruz. Bilginin, birikimin, liyakatin, devlet yönetiminin nirengi noktası olmasını istiyoruz. Hiç kimsenin, hangi partiden olursa olsun, hangi kimlikten, hangi inançtan olursa olsun, hangi yaşam tarzını benimserse benimsesin, "benim vatandaşımdır" deyip, onun sorunlarına eğilen bir devlet anlayışı istiyoruz. Toplumu ayrıştıran, toplumu bölen; bu doğru değil. Depremle mücadelede merkezle yerel yönetim arasında sağlıklı bir iletişim, işbirliği, koordinasyon sağlanmak zorundadır. Bu olmadığı takdirde iş yürümez. Kentsel dönüşüm konusunda aylarca bekleyen bizim yazılarımız vardı, belediye başkanlarımızın yazıları vardı, cevap bile vermediler. Bunlar aşılır, hiç kimse karamsar olmasın.
Değerli arkadaşlarım; ağırlığı depreme verdim ama Uşak Deri Sanayicilerinin talebi var; onu önümüzdeki hafta bütün ayrıntılarıyla dile getireceğim. Komisyondan geçen, Genel Kurul'da görüşülecek olan 25 yaş altı, 50 yaş üstü vatandaşlara kurulan bir kumpas var. Üç işçi sendikası; Türk-İş, Hak-İş ve DİSK; bunlar bir araya zor gelirler ama üçü ilk kez ortak bir bildiri yayınlamışlar, ortak bir bildiri, "Bunu çekin, önce bizim görüşümüzü alın" diye. Evet, bu kanun teklifinin çekilmesi lazım. Üç konfederasyonunun sayın genel başkanlarını davet ederseniz, isterseniz saraya davet edin, bunları bir dinleyin. Getirdiğiniz şey çok tehlikeli, sosyal devlet anlayışıyla taban tabana zıt. İnsanların yasalarla verilen haklarını, 25 yaş altı ve 50 yaş üstü insanlardan alıyorsunuz. Haklarını alıyorsunuz; uluslararası normlara göre verilmiş haklarını ellerinden alıyorsunuz. Bunu da umarım çekerler. Bunun üzerinde de önümüzdeki hafta ayrıntılarıyla dururuz.
Hepinize selamlar, saygılar sunuyorum değerli arkadaşlarım.